Muhammed bin Idris Gazzede doğar. Henüz beşikte iken babasını
kaybeder. Annesi çok zahide bir kadındır oğlunu alıp
memleketine (Mekkeye) döner. Küçük yavru çabucak okuma yazma öğrenir
ve 7 yaşına gelmeden Kuran-ı kerimi ezberler. Kenarından
köşesinden ilim meclislerine katılır ve ûlemadan hisseler
derler. Kağıt alacak kadar parası olmadığı için
öğrendiklerini kemik parçaları üzerine yazar ve itina ile
saklar. Birara lisan ve edebiyata merak salar. O yaşta çölün
derinliklerinde yaşayan Huzeyl kabilesine katılır. Kelime
dağarcığı zenginleşir, lisanı fasihleşir.
Beyitler, menkıbeler, destanlar öğrenir. İmam-ı Mâlik
Hazretlerinin Muvattasını ele geçirdiğinde henüz on yaşındadır
ve kitabın sahibi ona sadece 9 gün mühlet verir. Bu kitabı öyle
sever ki süre dolduğunda satır satır ezberlemiştir.
Tabiinin büyüklerinden Süfyan bin Uyeyne bu çocuktaki ilim aşkına
hayran olur. Ona hususi dersler verir ki bir zaman sonra çetrefilli
meseleleri bile çözebilir.
Ama genç talip Muvattadan aldığı lezzete doyamaz. Sırf
İmam-ı Malik Hazretleri ile tanışmak için Medineye
gider. Büyük veli bu cevahiri gelişinden keşfeder. Ona tam
dokuz yilini ayirir ve nakiş nakiş işler.
Bir ara Medineye gelen Yemen Valisi, Muhammed bin İdrisi
memleketine götürür. Genç âlim burada kadılık yapar, hem çok
insan tanır, hem çok şey öğrenir. Ancak ilme olan hevesi
dayanılmaz olunca validen izin ister. Vali ona anlayış gösterir
ve hizmetine mukabil hatırı sayılır bir ücret verir.
Mübarek bu paraları fukaraya dağıtır ve son dinarları
da elden çıkarınca rahatlar. Sonra alır anasını
yola çıkar. Bağdatta İmam-ı âzamın
talebelerinden İmam-ı Muhammedi bulur ve önünde diz çöker.
İmam-ı Muhammed bu temiz genci çok sever. Hatta garip anası
ile evlenip babalık yapar. İmam-ı Şafii bu günleri
hep özlemle anar ve İmam-ı Muhammedden öğrendiklerimle
bir deve yükü kitap yazdım eğer onu tanımasaydım
ilim şehrinin kapısında kalmıştım diye
anlatır.
İmam-ı Şafii hazretleri zahiri ilimlerde zirveleştikten
sonra ledün ilmine merak salar. Selim bin Raî gibi bir gönül ehlinin
terbiyesinden geçer hallere ve sırlara kavuşur.
Öyle bir güneş ki...
Mübarek Bağdatta kaldığı müddetçe taliplere ders
verir ve İmam-ı Nesaî, Ebül Hasan-ı Eşarî,
İmam-ı Mâverdî, İbn-i Hacer-i Mekkî, İmam-ı
Suyutî gibi pırlantaları yetiştirir. O günlerde İmam-ı
Ahmed bin Hanbel, 300 bin hadisi şerifi zihninde tutan nadir âlimlerden
biridir. Üç kıtaya yayılmış muhteşem bir şöhreti
olmasına rağmen onun önünde diz çöker. Halbuki o yıllarda
Ahmet bin Hanbelin torunu yaşindadir sebebini soranlara o bizim
ezberlediklerimizin mânâsını biliyor der, Hocam öyle
bir güneştir ki, biiznillah ruhlara şifa verir. İmam-ı
Şafii Hazretleri bir gün ders verirken aniden ayağa kalkar, düğmelerini
ilikler. Talebeleri büyük bir zatın geldiğini sanırlar.
Meğer dışarıda seyyidlerden bir çocuk oynamaktadır.
Kapının önünden her geçişinde imam toparlanır.
İşte Muhammed Bin İdris bu edebi yüzünden ehl-i beytten
de çok istifade eder.
Garip bir dava
Muhammed bin İdris henüz dört yaşındadır. Tevafuk bu
ya, o gün kadı efendinin sokaklarından geçeceği tutar.
Tam o sıra iki öfkeli adam bir garibi sürükler, kadı
efendinin önüne yıkarlar. Muhammed akranlarıyla birlikte
hadise mahalline koşar. Davacılardan biri âlel âcele anlatmaya
başlar: Efendim biz üç arkadaştik. Birlikte bir iş
yaptik ve iyice bir para kazandik. Yalani yok ya birbirimize itimadimiz
yoktu. Paramizi hepimizin güvenecegi birine yani buna emanet ettik
ve altını çize çize üçümüz birlikte gelmedikçe
vermeyeceksin diye tembihledik. Ama o bize hıyanet etti.
Kadı yaka paça sürüklenen adama bakar:
-Doğru mu söylüyor bunlar?
-Doğru efendim ama eksik.
-Nasıl yani?
-Evet bunlar dün akşam bana bir kese para bıraktılar ve
birlikte gelmedikçe hiçbirimize verme dediler. Ancak henüz 50 adım
bile gitmeden içlerinden biri geri geldi ve altınları istedi.
Uzaktan Bakın veriyorum diye bağırdım, bu ikisi
de kafa sallayıp Tamam dediler. Söyleyin başka ne
yapabilirdim ki?
Kadi bu kez digerlerine döner:
-Peki buna ne diyeceksiniz?
-Onu da açiklayalim. Keseyi emanet edip giderken şimdi burada
olmayan arkadaşimiz aniden durdu. Bütün paramızı
emanetçiye bıraktık ama bu akşam ne yiyeceğiz?
dedi. Biz de harcanacak kadar bir şeyler almasina izin verdik.
Hepsini alıp kaybolacağını nereden bilebilirdik?
-Hımmm şimdi iş vuzuha erdi. Arkadaşınız
paraları alıp kaçtı desenize.
-Evet ama biz emanet verdiğimiz adamı tanırız. Ona üstüne
basa basa üçümüz birlikte gelmedikçe verme dedik mi, dedik. O
da bunu kabul etti mi, etti. Gözünü açaydı, aldanmasaydı.
Madem bir saflık yaptı, ceremesini çeksin, bedeli kesesinden ödesin.
Ödesin demek kolaydır ama delikanlı sözkonusu parayı
verecek güçte değildir. Zaten üzgün ve bitkindir. Ağlamamak
için dudaklarını ısırır ve büyük bir
teslimiyetle boynunu büker. Zor duyulan titrek bir sesle Hatalıyım
efendim der, cezama razıyım. Hava bir anda emanetçinin
aleyhine döner. Merhametli kadı gözlerini kısar, sakalını
sıvazlar. Bir çıkış yolu arar... Arar ama nereye
kadar?
İşte tam o sıra küçük dinleyici bedbin gencin elinden
tutar. Ağlama be amca der, kendini niye üzüyorsun ki?
-Nasıl üzülmem be gülüm, başıma gelenleri duydun işte.
-Sen gel beni dinle ve de ki: Kese bende.
-Haydi istediğin gibi olsun . Diyelim ki kese bende.
-Emaneti almaları için bunların üç kişi olmaları
gerekmiyor mu?
-Gerekiyor.
-Öyleyse söyle onlara getirsinler arkadaşlarini, alsinlar
paralarini!
Ne berrak bir muhakeme ve ne müthiş zekâ degil mi? Eh, yillar sonra
Imam-i Şafii diye anilacak bir çocuk başka nasil olabilir ki?
imami Safii Hz.´nin
belgeselini izlemek icin lütfen
tiklayiniz