iMAM-I
AZAM
Ehl-i sünnetin reisi,
imamların imamı: İmam-ı âzam
Bağdat çarşısı... Bakırcılar, kalaycılar,
fırıncılar... Balıkçılar, baharatçılar,
hurmacılar... Koyunlar, katırlar, kervanlar... İpekli kumaşlar,
kıymetli taşlar, aksakallı tüccarlar... Her meşrep ve
her meslekten bin çeşit insan. Deyinki arı kovanı, sesler,
renkler, kokular...
İşte pazarın en cıvcıvlı anında kendini
bilmezin biri geliyor İmam-ı âzam hazretlerinin yakasını
tutuyor. Hem ağıza alınmayacak şeyler söylüyor, hem
de hırpalıyor. Çarşı bir anda duruluyor, ortalıkta
buz gibi bir hava esiyor. Olacak şey değil. Yüce velinin
sevenleri donup kalıyorlar. Neden sonra içlerinden biri kıpırdıyor
Bakın hele şu edepsize deyiverince kalabalık
dalgalanıyor. Adam telâşla kaçmaya başlıyor ama önde
İmam arkada talebeleri peşine takılıyorlar. Düşünün
Bağdat çarşısında yüce velinin kovaladığı
bir adam... Ardında kasaplar, çobanlar, arabacılar... Değnekler,
satırlar, baltalar... Söyleyin kaçağın ne kadar şansı
var?
Adam önceleri arayı açıyor ama çıkmaz bir sokağa
girince duruyor ve ellerini kaldırıp teslim oluyor. Nefesi ciğerine
sığmıyor, gözlerine dolu dolu bir korku oturuyor. Titrek
bir sesle Aman efendim diyor, ben ettim siz etmeyin. İmam-ı
âzam hiddetli görünmüyor. Yumuşak bir sesle Sana kimsenin bir
şey edecegi yok evladim diyor, yalnız şunu bil ki
hakkımı helal ettim.
-Peki beni bunun için mi kovaladınız?
-Evet.
-İyi ama niye?
-Bu basit bir hesap, mahşere kalmasın.
-Anlıyamadım?
Mübarek acı acı gülüyor. Bak yavrum diyor, o meydanın
dehşetini bilseydin, davacı olarak bile çıkmak istemezdin.
İmam yoluna, kalabalık işine dönüyor. Adam bir başına
kala kalıyor.
* * *
Yine Bağdat. Mahalle arasında dar bir sokak. Güneş tam
tepede ve köpekler bile uyuklayacak gölge arıyor. Ortalık
bomboş. Sadece komşusu ile çene çalan yaşlı kadının
sesi duyuluyor. Hani lâf olsun torba dolsun derler ya ninem havadan sudan
konuşuyor. Konu kıtlığı mı çekiyor bilinmez
İmam-ı âzam Hazretlerini görür görmez mevzuyu değiştiriyor.
Bu adam var ya diyor, her gece yüz rekat namaz kılar.
-Yaaa?
-Tabi yaa!
İmam-ı âzam Hazretleri abid ama yüz rekat namaz kılmak
gibi bir adeti yok. Mübarek madem ümmet-i Muhammed beni öyle tanıyor,
lâyık olmalıyım diyor ve o günden itibaren her gece
100 rekat namaz kılmaya başlıyor.
Olacak bu ya bir gün yine aynı sokağa yolu düşüyor. Sözkonusu
kadın yine işbaşında. Akranlarıyla merdivene
oturmuş gelene geçene meziyet bahşediyor, paye yakıştırıyor.
Tam İmam-ı âzam Hazretleri geçerken yanındakine dönüyor
ve diyor ki Bu adam var ya bu adam, her gece 500 rekat namaz kılar.
İmam-ı âzam Hazretleri boşbogazlinin teki demiyor,
kadını ciddiye alıyor. O günden itibaren gece namazlarını
500 rekata çıkarıyor. Ama artık o sokaktan geçmemeye
dikkat ediyor.
Aradan üç gün mü geçiyor beş gün mü bilemiyoruz aynı kadın
İmam-ı âzamın tezgahının önünde beliriyor.
Yanında yine bir meraklı. İmam eyvah birşey söylemese
bari derken kadın yapıştırıyor. Bu adam var
ya bu adam, her gece bin rekat namaz kılar, üstelik sabahlara kadar
uyumaz!
Belki inanmayacaksınız ama yüce veli o geceden itibaren nafile
namazlarını bin rekata çıkarıyor ve yıllarca
yatsı namazının abdesti ile sabah namazına duruyor.
* * *
Bir gün İmam-ı âzam Hazretleri abdest aldıktan sonra ibriğin
lülesinin kıbleye doğru çevrilmesinin iyi olacağını
öğreniyor. Bu farz değil, vacip değil. Belki bir edep. Ama
büyük veli sırf bu yüzden 40 yıllık namazını
kaza ediyor.
Bir ara Bağdat civarlarında üç beş koyun çalınıyor.
Bu koyunların bir şekilde İmam-ı âzam
Hazretlerinin tabağına gelme ihtimali var mı? Var! Bu yüzden
tam 20 yıl koyun eti yemiyor.
Bir gün ortağı kusurlu bir malı iyilerle aynı fiyata
satıyor. Para bütün sermayeye karışıyor. İmam-ı
âzam Hazretleri bundan gelen 90 bin akçeyi fukaraya dağıtıyor.
Yine aynı ortağın Basra pazarında müşterilere
Hay maşaallah be kumaşa bak dediğini duyuyor. O
seferden ele geçen paraların tamamını hayra harcıyor.
İmam-ı âzam Hazretleri zengin ama para harcamasını
biliyor. Meselâ amele pazarındaki gençleri dergâha getiriyor.
Yevmiyelerini kuruşu kuruşuna verip oturun, mesainizi bitene
kadar ders dinleyin diyor. Şaşilacak şeydir ama bunlarin
ekseri ilmin tadini aliyor ve gönüllü olarak tedrisata katiliyorlar.
Din gayretinin bu kadari insanüstü insanlarin işi. Belki de hakiki
insan onlar. Kimbilir?
Peki Ehl-i sünnetin reisi nerede doğar nerede yaşar?
Kimlerin yanında yetişir, kimleri yetiştirir? Anlatalım
ama yarına...
Sen o kimsesin ki...
İmam-ı azam Hazretleri bir gece rüyasında kendini
Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) kabrinde görür. Uyanınca
rüyasını tabir etmesi için tabiinin büyüklerinden İbn-i
Sirin hazretlerine gider. Rüyasını anlatır. İbn-i
Sirin Bu rüyanın sahibi sen olamazsın der, bunun
sahibi Ebû Hanife olsa gerek.
-Ebû Hanife mi? Ama o benim.
-İki küreğinin arasında bir ben var mı?
-Var.
-Göster bakayım.
-İşte.
-Sen o kimsesin ki, Server-i Kainat senin hakkında Ümmetimden iki
omuzu arasında ben olan biri gelir. Allahü teâlâ dinini onunla
kuvvetlendirir buyurdular.
Efendimizin müjdelediği âlim: Ummetin
ışığı
İman Süreyya yıldızına çıksa Farisoğullarından
biri alır getirir. (Hadis-i şerif)
Numan bin Sabit, Faris ogullarindandir. Dedesi ve babasi sirf ilim aşkiyla
Kûfeye gelip yerleşirler ve Hazret-i Alinin sohbetlerinden
hisse derlerler. Numan, küçük yaşta Kuran-i kerimi ezberler ve yaşayan
sahabelerden özellikle Enes bin Malikten (radıyallahü anh) çok
istifade eder. Sarf, nahiv ve edebiyat okur, iyi bir eğitimden geçer.
O devirde bu coğrafya çok karışıktır, şiiler,
hariciler, mutezililer ve dehriler güçlüdürler. Şehirde münazalar
sürer gider. Genç Numan, o sıralar ticaret yapar, akşama kadar
alır, satar. Evet fırsat buldukça ilim meclislerine de katılır
ama düzenli bir tedrisin yeri başkadır. Bir gün çarşıda
birkaç bozuk itikatlı bir garibi sıkıştırır.
Ebû Hanife münazaraya katılır. Sapıkların sorularına
sadece soru ile karşılık verir ki en inatçıları
bile tutulur, hayatının muhasebesini yapmak zorunda kalır.
Hadiseye şahit olan Şabî Hazretleri Numanın berrak
zekâsına, kavrayış gücüne ve ikna kaâbiliyetine hayran
olur. Böylesi biri mutlaka güçlü âlimlerden ders almış
olmalıdır. Meclis dağıldığında önüne
geçer ve sorar: Mahsuru yoksa nereye devam ettiğinizi öğrenebilir
miyim?
-Çarşiya pazara.
-Onu demek istemedim, yani kimin talebesisin?
-Kimsenin?
-Ne yani, sen bir âlimin tedrisine devam etmiyor musun?
-Etmiyorum.
Büyük veli elini Ebû Hanifenin omuzuna koyar, gözlerini gözlerine
diker Aman oğlum der, Sende çok az kimseye nasip olan
hususiyetler var. Gel bu ihtiyarı dinle, kendine yazık etme.
Bu sözler Numana çok tesir eder. İşini gücünü bırakıp
Şabi Hazretlerinin önüne oturur. Kısa bir süre sonra
parmakla gösterilen bir kelâm âlimi olur. İlmin tadını
alınca dahasını ister ve Hammad Hazretlerinin dergâhına
gider. Burada fıkh tahsiline başlar. Hocasına öyle derin
bir muhabbet besler ki onun her söylediğini, ama her söylediğini
ezberler.
Batılın sustuğu gün
İşte o günlerde Bizanstan gelen bir dehri (inkârcı)
Basrayı karıştırır. Karşısına
çıkan âlimleri küçük düşürür ve alay eder. Bu adam
korkunç denecek kadar zekidir ve münazaraya dair bin türlü hile bilir.
Halkın nabzını iyi tutar ve adam toplamakta mahirdir.
Edipler kadar düzgün konuşur ve sultanlar kadar güzel giyinir. Hasılı
büyük bir fitne kopmak üzeredir. Vebal öyle büyüktür ki hatırı
sayılır âlimler bile karşısına çıkmaktan
çekinir. Ama Hammad Hazretleri genç Numana güvenir.
Dehrinin etrafındaki kalabalık gitgide artar ve bir zaman
sonra meydanlara sığmaz olurlar. İşte o gün yine kürsüsüne
çıkar ve uzun süre kin ve zehir kusar. Sonra her zaman yaptığı
gibi yapar, kürsüye vura vura meydan okur. Hani nerede? der, o
meşhur âlimleriniz nerede? Kendilerine güveniyorlarsa karşima
çiksinlar!
Ebû Hanife elini kaldırır. Ancak dehri gencecik bir çocukla
muhatap olmak istemez, yüzünü buruşturup hakaretler yağdırır.
Numan bin Sabit onu onun silahı ile vurur. Ne o der, Yoksa
korkuyor musun? İşte dehri bu söze tahammül edemez ve münâzara
kaçınılmaz olur. Dehri ilk sorusunu sorar:
-Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmaması mümkün
mü?
-Sayıları bilir misin?
-Bilirim.
-Birden önce ne vardır?
-Bir şey yoktur.
-Mecâzi bir olanın önünde bir şey olmayınca, hâkiki bir
olanın önünde ne olabilir?
-Peki hâkiki bir olanın yönü ne tarafadır?
-Mumun ışığı ne tarafadır?
-Her tarafadır.
-Mecâzi nurun ışığı böyle olursa daimi ve ebedi
nuru sen düşün.
-Her var olanın bir yeri vardır. Peki onun ki neresidir?
-Bu sütte yağ var mıdır?
-Vardır.
-Yeri neresidir?
- Peki O, şu anda ne yapmaktadır?
-Sen bütün soruları kürsüden sordun. Şimdi aşağı
in cevabı oradan vereceğim.
-Pekâlâ, geç bakalım.
İmam-ı âzam kibirli inkârcının kürsüsüne kurulur.
Sesine davudi bir ton oturtarak der ki: Allahü teâlâ şu anda,
senin gibi bir müşebbihi kürsüden indiriyor ve benim gibi bir
muvahhidi kürsüye çikariyor! Ardından Rahman suresinin
28inci ayetini okur ki kalabalık hepbir ağızdan tevbe
istiğfara başlar. Soru sorma sırası ona geldiğinde
dehri çoktan tasını tarağını toplamış
meydandan kaçmıştır.
Kapatın zindana!
İmam-ı âzam Şabi Hazretlerinin ardından tam 28 yıl
Hammad Hazretlerinin derslerine devam eder. Defalarca Mekke ve
Medineye gider. Çok sahabe ve veli tanır hepsinden de istifade
eder. Hazret-i Ömerden, Hazret-i Aliden ve Abdullah bin Mesûddan
ilim alanları bulur önlerine oturur. Ehl-i Beytin büyüklerinden
Zeyd bin Ali ve Muhammed Bakırın huzurunda manevi mertebelere
yürür. O tam bir ilim sevdalısıdır, ufak bir mâlumat için
fersahlar ötesine koşar, olmayacak sıkıntılara katlanır.
İmam-ı âzam, Emevilerin son, Abbasilerin ilk yıllarında
yaşar. Böylesi dönemler çok çalkantılıdırlar. Mübarek,
devlet adamlarına mesafe koyar. Zira bazı melikler, âlimleri
saltanatlarının payandası sanırlar. Milletin önünde
bize bir nasihat buyrun hocam demelerine rağmen, yanlışlarının
söylenmesinden hoşlanmazlar. Eğer yanlarında susulursa ayrı
gailedir, zira bu kez insanlar yapılanları doğru sanırlar
Küf kokulu zindan
Gün gelir Emevi valisi İmam-ı âzama vazife vermeye kalkar.
İmam reddeder, vali zorlar. Mübarek ne kadar kaçsa da vali peşini
bırakmaz. Devlet adamı değil mi, dediği dediktir,
nitekim bir gün kibarlığı biter ve değişiverir.
Peşisıra dolandığı büyük âlimi hapseder ve işkence
ettirir. Ebu Hanife, zindanda geçen yıllardan sonra Mekkeye göçer.
Bu esnada Abbasiler yönetime el koyarlar. Ortalık durulunca
talebelerinin yanına koşar.
Lâkin gelen, gideni aratır. Ortalık silbaştan karışır.
Ebu Cafer Mansûr, İmam-ı âzam Hazretlerini Kûfeden ayağına
getirtir ve ondan Halifelik Mansurun hakkıdır. Hepiniz ona
biat etmelisiniz demesini ister. Büyük veli böylesi çekişmelere
alet olmaz. Elbette bu tavrin da bir bedeli vardir ama o bunu gögüslemeye
hazirdir. Nitekim beklenen olur. Mansur onu hapseder ve teklifini kabul
edinceye kadar hergün 30 degnek vurulmasini emreder. Üç gün, beş
gün, on gün derken Imam-i âzam Hazretlerinin ayakları parçalanır.
Zemin al kanlara boyanır.
İstersen para ve itibar Muhafızlar durumu Mansura anlatırlar.
Sultan önce özür diler, ardından önüne 30 bin akçe koyup
teklifini yineler. Bu dudak uçuklatacak bir servettir ama büyük veli
parayı elinin tersiyle iter. Dilediğini para gücü ile de yaptıramayacağını
anlayan sultan küplere biner. Büyük veliyi tekrar zindana tıktırır.
Bu kez 30 değnekle de kalmaz hergün onar onar zam yaptırır.
Biliyor musunuz bütün zalimler ürkek olurlar. Sultan da öyledir,
korktukça zulmeder, zulmettikçe korkar. Zira Bağdatlılar
infiale kapılırsa (ki belirtileri başlamıştır)
tacı, tahtı kalmaz. Gelgelelim onu dışarı da
salamaz, çünkü büyük müctehid muharebeden çıkmış
gibidir. İmam-ı âzamı halkın gözünden saklamanın
tek yolu vardır: Ortadan kaldırmak! O da öyle yapar,
muhafızları üstüne salar. Büyük veliyi zorla yatırıp,
ağzına zehir akıtırlar. Cellatlar işlerini
bitirip giderken hayatları boyunca unutamayacakları bir
manzaraya şahit olurlar. Nurlu cesed derlenir, toparlanır ve kıbleye
dönüp secdeye kapanır. Sanki lisan-ı hâl ile İşte
beceremediniz! der, Beni Allahtan gayrisinin önünde eğemezsiniz!
Yıl Hicri 150dir.
Bağdatlılar Yüzelli senesinde dünyanın ziyneti gider
hadis-i şerifini hatirlar ve aglamakli olurlar.
Ah o elma olmasa...
O gün hava iç bayiltir. Gök kirli sari, zemin çatlak çatlaktir. Genç
yolcu Dicle kenarinda mola verir. Bir ara suyun bir elmayi kendine dogru
getirdigini görür. Gayri ihtiyari uzanip yakalar. Elma serin suda döne
döne sertleşmiş kütür kütür bir şey olmuştur. Bu
davetkâr meyvaya dayanamaz, dişleyiverir. Bogazina nefis bir rayiha
yayilmiştir ki Aman Allahım ben naptım! der, Ya
bu elma sahipliyse? Hemen kalkar, nehri takip ede ede bir bahçeye varır
ki dallarda ısırdığı elmalardan vardır.
Sorar soruşturur, sahibini bulur. Boynunu bükerek Ben bir hata işledim
efendim der, Elmalarınızdan yedim. Nolur hakkınızı
helâl edin Adam bir mustarip gence, bir ucu ısırılmış
elmaya bakar. Sonra aklına ne gelir bilinmez, kaşlarını
kaldırır. Helalleşmek öyle kolay mi? der, Yanımda
çalışmalısın! Genç ağlamaklıdır:
- Ama benim Kûfeye gitmem gerek.
- Kûfede ne yapacaksın?
- İlim okuyacaktım.
- Onu elmayı ısırmadan düşünecektin. Mahşer
meydanında hesaplaşmak istemiyorsan kollarını sıva.
Delikanlı Pekâlâ der. Günlerce elma toplar, dallarda bir tek
elma bile kalmayınca bahçe sahibinin karşısına çıkar.
Müsaade etseniz de gitsem der. Adam babacandır, hoş
sohbettir, lâkin söz gitmekten açılınca birden değişir.
Bahçeyi kotardık ama tarlalar duruyor der, Onları kim
sürecek?
Uzatmıyalım adam on gram elma için delikanlının bir yılına
ipotek koyar. Taş taşıtır, kerpiç kardırır,
çatıyı aktartır. Gün gelir yapılacak iş kalmaz.
Genç bir kez daha huzura çıkar. Adam Şimdi sana hakkimi helâl
edebilirim der, Ama son bir şartim var.
- Söyleyin yapayım.
- Benim kör, topal bir kızım var. Onu alırsan anlaşabiliriz.
- Tamam, kâbul ediyorum.
Adam hemen bir hocaefendi iki şahit bulur, nikahı kıyarlar.
Delikanlı müstakbel hanımının bulunduğu odaya
girince gördüğüne inanamaz. Karşısında dünyalar güzeli
bir kız durmaktadır. Bir yanlışlık olmalı
deyip dışarı çıkar. Kayınbabası ile karşılaşırlar.
Adam Dön geri der, Senin hanımın odur. Kör diyorsam
harama bakmaz, topal diyorsam harama basmaz. Ben yıllardır
Ona, onun gibi bir efendi nasip eyle diye dua ediyorum. Yüce Rabbim
kısmetimizi ayağımıza gönderdi. Biliyor musun, seni gördüğüm
gün kararımı vermiştim. Bu güzel ailenin nur topu gibi
bir oğulları olur. Küçük çocuk emeklerken heceler, yürürken
okur. 4 yaşında hatim eder, derken hafız olur. Annesi
Aslında bu yaşa da kalmazdı ama der, Ah, o elma
olmasa.
Sanırım anladınız bu çocuk Kûfe âlimlerine reis
olur, İmam-ı âzam derler adına.
İmâm-ı a'zamın vasiyeti
Ya'ni kurtuluş fırkası olan Ehl-i sünnet vel-cemâ'atte
oniki husûsiyet vardır: Bu oniki husûsiyeti kabul edip, bunlara
uyanlar bid'atten uzak olur. Bu hasletlere riâyet ediniz, bunlardan ayrılmayınız
ki peygamber efendimizin şefâ'atına nâil olasınız..
1-İmân, kalp ile tasdik, dil ikrar etmektir. İmânda çoğalma
ve azalma olmaz. İmân, amelden başkadır. Amel de imândan
cüz, parça değil, ayrıdır. İmânın parlaklığı,
nûru farklı, ya'ni az parlak, çok parlak olabilir.
2-Ameller üç kısımdır: Farz, fazilet, günâh.
3-Arş üzerinde istivâ, yerleşme ve oturma mâ'nâsında değildir.
Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir. Arş mahlûktur. Önceden
yok idi. Sonradan yaratıldı.
4-Kur'ân-ı kerim, Allahü teâlânın kelâmı, bütün sübûti
sıfatları kendi değildir, gayri de değildir.
Mushaflarda yazılıdır, dillerde okunur, gönüllerde saklanır.
Allahü teâlânın kelâmı mahluk, sonradan olma değildir.
Zâtı ile kâmdir. Kur'ân-ı kerim mahlûktur diyen kâfir olur.
5-Bu ümmetin Peygamber efendimizden sonra en üstünleri Hz. Ebû Bekir,
sonra Hz. Ömer, sonra Hz.Osman, sonra Hz.Ali'dir (rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecmaîn.) Ya'ni üstünlükleri hilâfetteki sıralarına
göredir. Onları seven her mü'mim mütteki, onlara düşman olan
ise, münâfık ve şakidir.
6-Kul, bütün fiilleri, yaptıkları ile mahlûktur. Amelleri,
ikrârı, bilmesi de mahlûktur. İşi yapan mahlûk olunca,
yaptıkları elbette mahlûk olur.
7-Yaratıcı ve rızık verici Allahü teâlâdır.
Helâldan mal, para kazanmak helâl, harâmdan kazanmak ise harâmdır.
8-Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtaç değildir.
9-Mest üzerine mesh câizdir. Mukim için müddeti yirmidört saat, misâfir
için üç gün üç gece, ya'ni yetmişiki saattir. Hadis-i şerifte
böyle bildirilmiştir. Bunu inkâr edenin kâfir olmasından
korkulur.
10-Allahü teâlâ, kaleme yazmayı emredince, kalem, Yâ Rabbi ne
yazayım dedi.''Kıyâmete kadar olacak her şeyi'' emr-i ilâhisi
geldi. Allahü teâlâ Kamer sûresi elliikinci âyetinde: ''İşledikleri
herşey defterlerindedir'' buyuruyor.
11-Azâb vardır ve olacaktır. Olmama ihtimali yoktur. Münker ve
Nekir'in kabirde suâl sormaları haktır. Hadis-i şerifler böyle
olduğunu bildirmektedir. Cennet ve Cehennem yok olmazlar. Allahü teâlâ
Cennet için, ''Mü'minlere hazırlanmıştır'',Cehennem
için de,''Kâfirlere hazırlanmıştır'' buyuruyor.
Allahü teâlâ,Cennet ve Cehennemi mükafat ve ceza için yarattı.
İkisi de devamlı olup, geçici değillerdir. Mizan haktır.
Allahü teâlâ, ''Kıyamet gününde amellerin tartılması için
terazi kurulur'' buyuruyor. Herkesin amel defterinin okunması haktır.
Âyet-i kerimede, ''Bügün senin hesabın için, sana kitabını,
ya'ni amel defterini okuman kafidir'' buyuruldu.
12-Allahü teâlâ insanları, öldükten sonra, kıyamette
diriltecek. Bir araya toplayacak. O günün uzunluğu, dünya senesi
ile elli bin yıldır. Sevab, azab ve hakların görülmesi içindir.
Allahü teâlâ, ''Uzunluğu ellibin sene olan günde'' buyuruyor. Bir
âyet-i kerimede de, Allahü teâlâ kabirlerde olanları diriltir.
buyurmaktadır. Cennettekilerin Allahü teâlâyı, nasıl
olduğu bilinmeyen, bir şeye benzetilmeden ve cihetsiz, ya'ni
herhangi bir yönde olmadan görmeleri haktır. Bir âyet-i kerimede,
''Bütün yüzler, Rablerine bakınca parlar'' buyurulmuştur.
Muhammed Mustafa'nın (aleyhisselâm) şefâ'atı haktır,
olacaktır. Cennetlik olan mü'minlere ve büyük günâhı
olanlara şefâ'at edecektir. Hz.Âişe, Hadice-tül-kübra'dan
sonra bütün kadınların üstünü ve mü'minlerin anneleridir.
Cennet ehli Cennette, Cehennemdekiler de Cehennemde sonsuz kalır.
Allahü tealâ Bekara sûresi 82, A'raf süresi 42, Yûnüs sûresi 26 ve
Hûd sûresi 23. Âyetlerinde mü'minler için, ''Onlar Cennetliklerdir,
orada ebedi kalacaklardır'' buyurdu. İmâm-ı a'zamın
vasiyeti budur.
Bu i'tikâd üzere olana, Ehl-i sünnet vel-cemâ'at mezhebindendir denir.
Bu i'tikâd üzere ölürse kurtulmuşlar zümresinden olur.
O iki yıl olmasaydı
Son
asrın âlimlerinden Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyorlar
ki:
İmam-ı Azam, İmam-ı Yusuf ve İmam-ı Muhammed
de
Abdülkadir Geylani gibi büyük birer veli idiler. Fakat âlimler kendi
zamanlarında neyi
bildirmek icap ederse onu bildirirler. İmam-ı Azam zamanında
fıkh
bilgileri unutuluyordu. Bunun için fıkh üzerinde çok durdu.
Tasavvuf üzerine pek
konuşmadı. Halbuki nübüvvet ve vilayet yollarının
toplandığı Cafer-i Sadık Hazretlerinin huzurunda öyle
bir feyz, nur ve
vâridât-ı ilahiyyeye kavuştu ki bu büyük istifadesini O
iki sene olmasaydı
Nûman helâk olurdu diye anlatırdı. O, Silsile-i zehebin
manevi liderlerinden Cafer-i
Sadıkın sohbetleriyle vilayetin en son makamına
çıkmıştı.
|